yy. (3)

İçeriye dolan soğuk rüzgar beni uyandırdı. Tabi rüzgar haricinde kapıdan giren iki kişinin de buna etkisi vardı. Karşımda iki adet masa kurulmuş, küçük çok bilmiş kız karşımdaki koltuğa oturmuş beni izliyordu. Ne kadar zamandır orada olduğunu hatırlamıyorum ama yediğim soğuk, şöminenin yüzüme vuran ısısı beni kendimden geçirmeye yetmişti. Üstüne eklenen bir haftanın yorgunluğu bana bu deliksiz uykuyu tattırmıştı. Ağzımda değişik bir tat vardı ve bu tat sağ dudağımın kesiştiği yere doğru iniyordu. Dilim ile içeriden onu takip ettim. Çenemden aşağıya sarkan ıslaklığı hissettim birden. Elimin tersiyle acele ile utanarak sildim. Küçük kız gözlerini benden ayırmıyor, tüm hareketimi izliyordu.
İçeriye giren bir çiftti. Erkek uzun boylu yapılıydı. Benim bir buçuk katım diyebilirim. Erkeklerde gözüme çarpan ilk şey göbekleri olmaya başlamıştı son zamanlarda. Bu adamın göbeği ise benimkinden biraz daha büyüktü. Fırat’tan sonra bu adamı görmem bana iyi gelmişti. Gerçi topu topu beş, altı kişi olduğumuz yerde bunu dert edecek değildim. Adam bana doğru baktı. Bir gülümsemeyle “Merhaba” dedi. Bende ona aynı samimiyet ile “Merhaba” dedim.
Kadının pek keyfi yok gibiydi. Üzerindeki montunu çıkarır çıkarmaz hazırlanmış olan masalardan birine, hatta kendileri için hazırlanan masaya oturdu. Üzerinde doksanlardan kalma bol uzun mavi bir kazak, altında ise siyah bir tayt vardı. Ayaklarında ise son dönemin moda çizmelerinden olan pufidik “UGG” çizmeler. İlk bakışta sahtesi gibi de gözükmüyordu.
Kadının bir şeylere bozulmuş olduğu belliydi ama adamın keyfi gayet yerinde gözüküyordu. Televizyonun kumandasını almış kanalları gezerken bana döndü. “Size de sormadım ama değiştirebilir miyim kanalı?”
“Evet, tabii, izlemiyordum zaten.” diye yanıt verdim. Küçük kız kalktı yanıma oturdu. Yine bakışlarını benden ayırmıyordu. Neler düşündüğünü merak etmeye başlamıştım. Bana doğru eğildi. Hafif bir sesle konuşmaya başladı.”
“Kadın buraya geldiği için hayal kırıklığına uğradı. Beş yıldızlı otel bekliyormuş çıka çıka uydurma evler çıkmış. O yüzden bu kadar suratsız. Sevmedim kendisini zaten.”
“Neden güzel bir kız yoksa kıskandın mı onu?”
Kız yüzüme baktı, kaşlarını çattı. “Onun neyini kıskanayım ki, on gram akıl olduğunu düşünmüyorum, yolda yürümesini beceremiyor. geldiğinden beri iki kere düşme tehlikesi atlattı. Kadının en güzel yanı ayağındaki ayakkabıları, onu da Allah bilir kendisi seçmemiş sevgilisi almıştır.”
Kızın kurduğu cümleler dikkatimi çekmişti. İyi bir gözlemciydi. Tabi anlattıkları hayal ürünü olabilirdi ama kurduğu cümleler açık sözlülüğü, arsızlığı hoşuma gitmişti. bakalım benim hakkımda neler konuşacaktı.
Aslı hanım elinde salata tabağı ile içeriden çıktı. Önce gelen misafirlere hoş geldiniz dedikten sonra salataları birinin benim olduğunu düşündüğüm masaya diğerini ise çifttin masasına koydu. Adam televizyonu bir haber kanalında bırakarak, masaya oturdu ve salatayı karıştırmaya başladı. Kadın elini hiçbir şeye dokundurmuyordu. Adam gayet keyifli bir şekilde salatayı karıştırmaya devam ediyordu. Karıştırıyor biraz yiyor sonra tekrar karıştırıyordu. Son olarak kadına uzattı. Ancak kadın dudağını bükerek salatayı reddetti. Adam hiç istifini bozmadan reddedilen salatayı ağzına aldı büyük bir zevkle çiğnedi.

Sofradan kalkmama yakın küçük kız yanıma gelip dikildi. Otoriter bir ses tonuyla “Afiyet olsun, başka bir şey ister misin?” diye sordu. “Hayır, teşekkür ederim” diye yanıtladım kendisini.”Kahve de mi içmezsin…” diye sordu “…annem  Türk kahvesi yapıyor.” diye ekledi. “Eğer yapılmışsa içerim” diye yanıtladım. Biraz fazla yemiştim. Temiz hava daha şimdiden iştahımı açmıştı. On beş gün sonraki halimi düşünemiyordum.
Türk kahvesini küçük kız getirdi bana. Yaşına göre gayet başarılı bir şekilde taşımış bir damla bile altlığa dökmemişti. Kahveyi önüme bıraktıktan sonra karşımdaki sandalyeye oturdu. Bu küçük kızın neden benimle bu kadar ilgilendiğine henüz anlam verememiştim.
“Kahve falına baktırmak ister misin, annem güzel bakar.” dedi aynı otoriter ses tonuyla.
“Teşekkürler,” dedim, “falla pek işim olmaz.”
“İnanmıyor musun yoksa?”
“Fala inanma falsız kalmaya inananlardanım ben.”
“O zaman baktırıyorsundur.”
“Özel bir tercihim olmuyor, arkadaş arasında denk gelirse.”
“En son ne zaman baktırmıştın.”
“Bur bir bakayım… yaklaşık beş sene önce.”
“O zaman pek fazla arkadaşın yok.” Bu kanıya nereden kapıldığını anlamamıştım ama doğru söylemesi beni ürkütmüştü.
“Yeterince var, yalnız kalmadığın sürece sorun yok…”
“Buraya getirecek birileri yok sanırım…”
Kızın sormuş olduğu sorulara bir yandan şaşırırken diğer yandan vereceğim cevapları düşünüyordum. Elbetteki cevap vermek zorunda değildim ama bir çocuğu terslemekte bana göre değildi.
“Birileri var ama ben yalnız gelmek istedim.”
Yüzüme inanmamış gibi baktı. Burnunu büktü, dudaklarını büzüştürdü.
“Ne iş yapıyorsun?”
Ne iş yaptığımı nasıl anlatabilirdim ki. Yaptığım iş ile yapmak istediğim arasında kalmıştım. Kendimi hiç birine ait hissetmiyordum. Araya sıkışmış, çaresiz bir haldeydim bu konuda. Ağzımdan birden bire “yazarım.” cümlesi çıktı. Kız gözlerini açtı, arkasına yaslandı, kaşlarını çattı. Bu hareketlerin ardından gelecek soruyu çok merak ediyordum. Ancak basit bir soru sordu.
“Herkes gibi mi?” Aslında basit bir soru değildi. Ne cevap vereceğimi şaşırmıştım. Bu çocuk beni sınamak için mi karşıma çıkmıştı bilmiyordum. Boğazım kurumuştu. Bir bardak su alarak boğazımı ıslattım. uzun zamandır ilk defa söyleyecek kelime bulamıyordum. Hatta bu noktada laf cambazlığı bile benim saflarıma geçirmezdi durumu. Neyse ki beni annesi kurtarmıştı, kızını yanına çağırarak. Kızın ismini ilk defa o anda duydum: Tuğçe.

Beni evime götüren Fırat oldu. Yaklaşık yedi dakika hafif yokuş bir patikayı çıktık. Ağaç dalları yeryer patikayı kapatmıştı. Fırat önden ilerlerken yürürken dikkatli olmam konusunda beni uyarıyordu. Sabaha karşı bu patika donabiliyormuş. Bana ayırdıkları yer dediklerine göre balayı eviymiş. Buradaki tek evde iki oda bulunmaktaymış o da burasıymış, diğerlerinin iki katı büyüklükteymiş. Ancak kışın bu evlerde pek insan kalmadığı için ısıtma nasıl olur hiç bir fikri yokmuş. Evet bunları anlatıyordu. ben can kulağıyla olmasa da onu dinliyordum. Nasılsa olabilecek tüm olumsuzluklara evet deyip gelmiştim. Benim kanalize olmam gereken tek şey, yazmaya başlayacağım kitabım olmalıydı. Herkes gibi bir yazar olmak istemiyordum. Aslında yazar da olmak istemiyordum. Yazmak sadece içimde birikenleri atmam için bir fırsat olacaktı. Tamamen rahatlamam için…
Eve girdiğimde hafif bir sıcaklık karşıladı beni. Fırat “ısınması için elektrikli sobaları yakmıştım” diye bir açıklamada bulundu. İki soba burayı ısıtmaya yetmişti. Birisi yatak odasını diğeri ise oturma odasını. Gayet sade olması gerektiği gibi bir yerdi. Salonda bir çalışma masası -ki ben istemiştim bunu- bir adet koltuk, küçük bir masa ve iki adet sandalye, şöminenin önünde ise iki tane büyük minder vardı.
“Şömine varmış.” dedim. Fırat bana baktı, “Evet, bir kez yakmıştım ısıtıyor mu diye, pek etkisi olmasa da insan görünce ısınıyor. Tabi sobalı gibi sürekli odun atmak lazım. Yoksa sönerse insan donar burada…”
“O kadar soğuk oluyor mu?”
“Kışı görüyorsunuz, aslında kış daha gelmedi buraya, tam olarak soğumadı taş, toprak. Eh nede olsa dağ, birde Karşısı uçsuz bucaksız deniz… Toy ağaçların köküyle kurtulduğunu bilirim ben…” durdu, “isterseniz yakayım şömineyi” diye ekledi.
“Yok ya zahmet etme, zaten pestilim çıktı, muhtemelen hemen sızarım.”
“Tamam o zaman iyi geceler size. Ha, unutmadan, sabah kahvaltısı yedi ile on bir arası. Gerçi her vakit uyar bize… isterseniz buraya da getirebiliriz.”
“Yok sağ ol, temiz havayı alınca muhtemelen erken uyanırım… gelirim kahvaltıya ben…”


Yayımlandı

kategorisi

yazarı:

Etiketler:

Yorumlar

Siz ne düşünüyorsunuz?