Geçen haftaki yazım Severance özelinde iş hayatı ve gerçeklik üzerine olmuştu. Bu kez son dönemle siyasi olaylar sebebi ile yine bir başka açıdan bu durumu değerlendirmeye çalışacağım. Bunu yaparken düşünürlerin yorumlarını baz almaya çalışacağım. Belki araya kişisel görüşler de sıkışabilir. Bu gayet olası bir durum.
Birkaç gün önce Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması ve ardından tutuklanması, sokaklara yansıyan kitlesel protestolarla karşılık buldu. Süreç boyunca sosyal medya ve klasik medyada farklı yorumlar ortaya atıldı. İktidar, bu durumu “hukukun gerektirdiği bir sonuç” olarak nitelendirirken, muhalefet bunu “iktidara yönelik potansiyel bir adaya karşı yargı darbesi” olarak değerlendirdi. Bu gelişmeler, toplumda yeni bir fikir ayrılığına da yol açtı. Peki, tüm bu olayların içinde asıl “gerçek” nedir?
Platon, kendi döneminde de benzer bir soruya yanıt aramış ve bir de onun görüşleri ışığında bu durumu değerlendirebiliriz. Ancak, yaşadığımız döneme yakın felsefecilere baktığımızda süreç Platon’un düşüncelerinden farklı bir yönde ilerliyor. Bu yazıda hukuk, siyaset, medya ve gerçeklik bağlamında birkaç düşünürün perspektifinden olayları yorumlamaya çalışacağım.
Platon’a göre gerçeklik, duyularımızla algıladığımız dünyada değil, idealar dünyasındadır. Tekrar “mağara alegorisi”ne bakacak olursak, insanların gördükleri şeylerin yalnızca birer yansıma olduğu fikri ile karşılaşırız. Duvara karşı zincirlenmiş insanlar için gerçek, yalnızca duvara yansıyan gölgelerden ibarettir. Oysa gerçeklik, mağaranın dışındaki dünyadadır ve zincirlerinden kurtulmayan insanlar hakikatin ne olduğunu asla bilemez.
Peki gerçek nedir? Günümüzde medya ve siyasi söylemler, gerçekliği çarpıtarak sunan bir çerçeve oluşturuyor. Bu süreç hukukun doğal işleyişinin bir sonucu mu, yoksa siyasal bir manipülasyon mu? Bu sorunun yanıtı, mağaranın içinde mi yoksa dışında mı olduğumuza bağlıdır. Platon’a göre gerçek adalet, mahkeme salonlarında ya da sokaklarda değil, akılla kavranabilen evrensel hakikatte bulunur. Gerçek bilgi için “birinin ona inanması”, “gerçek olması” ve “mantıklı bir şekilde gerekçelendirilebilmesi” gereklidir.
Ancak günümüz düşünürlerinden Edmund Gettier, bu görüşe farklı bir açıdan açıdan bakar. Bir saat tam 12:00’de durmuş olsun. O anda saate baktığınızda saatin gerçekten 12:00 olduğunu düşünebilirsiniz. Eğer saat gerçekten 12:00 ise doğru bir sonuca varmış olursunuz, fakat gerekçeniz yanlış olduğu için bu, bilgi olarak kabul edilemez. Bu nedenle modern bilgi kuramında, bilginin sadece doğruluk ve gerekçelendirme ile açıklanamayacağı kabul edilir. Bilgiye ulaşma konusunda farklı yaklaşımlar gelişmiştir: Rasyonalistler matematiksel doğruların mutlak olduğunu savunurken, empiristler bilimsel yöntemi destekler; postmodern düşünürler ise bilginin bağlamdan bağımsız olamayacağını öne sürer.
Michel Foucault, Platon’un düşüncesine karşı çıkar ve gerçekliği toplumsal güç ilişkileriyle açıklar. Ona göre hakikat diye mutlak bir şey yoktur. İktidar yalnızca baskıcı bir güç değil, aynı zamanda bilgi ve söylem üretme kapasitesine sahip bir yapıdır. Yani hakikat, kimin elinde güç varsa onun inşa ettiği bir olgudur. Foucault’ya göre hukuk, yalnızca adaleti sağlamak için değil, aynı zamanda toplumu kontrol etmek için vardır. Mahkemeler sadece yasaları uygulamakla kalmaz, belirli bir düzenin devamını sağlamak için birer araç olarak işlev görür. Bu bağlamda İmamoğlu’nun gözaltına alınması, Foucault perspektifinden bakıldığında bir adalet arayışı değil, iktidar mücadelesinin bir yankısıdır. Protestolar ise bu mekanizmalara karşı bir direniş niteliği taşır. Ancak Foucault’ya göre her direniş, zamanla kendi iktidar mekanizmasını yaratacaktır.
Hannah Arendt ise totaliter sistemlerin hukuku adaleti sağlamak için değil, kendilerini koruyacak bir yapı olarak kullanmalarından bahseder. Hukuk siyasi gücün hizmetine girdiğinde, adaleti sağlamaktan çok mevcut düzeni sürdüren bir araca dönüşür. Bu bağlamda hukuk, iktidarın meşruiyetini sağlayan bir araç olarak işlev görebilir.
Jean Baudrillard ise konuyu daha farklı ve radikal bir noktaya taşır. Postmodern dünyada medya ve teknoloji, “simülasyonlar” üretir. Medya yalnızca olayları aktaran bir araç değil, olayları yeniden şekillendiren bir araçtır. Mağara Alegorisi’ni hatırlarsak, artık sadece duvara yansıyan gölgeleri değil, gölgenin gölgesi de bizim için gerçektir. İmamoğlu’nun gözaltına alınması ve tutuklanması farklı medya organlarında tamamen farklı şekillerde yorumlanarak sunuldu. Bir yanda hukukun işlediği, diğer yanda bunun bir siyasi operasyon olduğu iddia edildi. Televizyonda dönen görüntüler, sosyal medyadaki yorum ve paylaşımlar Baudrillard’a göre, gölgenin de gölgesi. Olayın kendisi değil, olayların benzeri bize gerçek gibi sunuluyor. Ona göre mutlak bir gerçeklikten söz etmek artık mümkün değildir. Çünkü medya, gerçeğin üzerini örten bir simülasyon yaratır.
Gerçekliğin mağaranın içinde mi, yoksa dışında mı olduğuna dair değerlendirme, tarih boyunca iktidar sahiplerinin gerçekliği şekillendirme gücüne sahip olduğu gerçeğini gözler önüne serer. Günümüzde medya, hukuk ve siyaset, bireyleri mağaranın içine hapsetmeye çalışıyor. Oysa dışarıda gerçek çok daha farklı. Bu düzenin eleştirisi için sokağa çıkanları, iktidarın ve ona bağlı medyanın görmezden gelmesi, iktidarın muhalif kesimleri yok saydığı ve şeffaflıktan uzaklaştığı anlamına gelir. Olayın bu kadar kaosa sürüklenmesinin temel nedenlerinden biri de tam olarak bu eksikliktir: Şeffaflık.